
İsrail Kurak Çölde Tarım Yapıyor, Biz Verimli Ovada Beton Döküyoruz

Tarım, artık sadece gıda üretmek değil; teknolojiyle, bilimle ve stratejiyle hayatta kalabilmektir.
Bugün dünyanın farklı bölgelerinde suya erişimi sınırlı olan, iklimsel olarak tarıma uygun olmayan birçok ülke, bu gerçeğin farkında olarak üretimi artırıyor. Sıcaklık rekorları kıran, çölleşme tehdidiyle yüzleşen bölgelerde bile toprak işleniyor, sistemler kuruluyor, üretim artıyor. Çünkü bu ülkeler tarımı bir 'ulusal güvenlik' meselesi olarak ele alıyor. Biz ise her geçen yıl biraz daha kendi toprağımıza yabancılaşıyoruz.
İsrail örneği başlı başına bir çelişkiyi gözler önüne seriyor.
Ülkenin üçte ikisi çöl, su kaynakları sınırlı, iklim sert. Ancak tam da bu dezavantajları fırsata çevirecek sistemler kurmuş durumdalar. Damla sulama sistemini icat eden ülke olarak, bugün tüm tarım alanlarını sensörlerle, dijital analiz sistemleriyle yönetiyorlar. Negev Çölü'nde, taşların arasında yeşil domates seraları görebiliyorsunuz. İsrail Tarım Bakanlığı’nın 2023 verilerine göre, tarımda kullanılan suyun %90’ı geri dönüştürülmüş ve dijital olarak kontrol edilen sistemlerle dağıtılıyor. Üstelik kişi başına düşen tarım arazisi bakımından en fakir ülkelerden biri olmalarına rağmen, domates ve salatalık gibi sebze ihracatında Avrupa pazarında söz sahibiler.
Hollanda’nın durumu ise daha da düşündürücü.
Türkiye’nin Konya ilinden küçük bir ülke. Evet, yanlış duymadınız: Hollanda’nın yüzölçümü sadece 41.000 kilometrekare; yani Konya Ovası'ndan bile daha az. Ama tarım ihracatında dünyada Amerika’dan sonra ikinci sırada yer alıyor. 2023 verilerine göre toplam tarım ihracat geliri 130 milyar doları aştı. Bunu nasıl başarıyorlar? Cevap basit ama etkileyici: teknoloji, planlama, eğitim ve istikrar. Hollandalı çiftçiler tarlaya çıkmadan önce hava durumunu değil, sensör verilerini kontrol ediyor. Bitkinin suya, besine, neme ihtiyacı olup olmadığını toprak değil sistem söylüyor. Seralarda kullanılan robotlar hasat yapıyor; drone’lar tarlaları tarıyor; her çiftçi, kendi arazisinin dijital haritasını kullanıyor. Üstelik bu sistemler devlet destekli, üniversitelerle iş birliği içinde.
Çin de benzer şekilde, özellikle kurak iç bölgelerinde dijitalleşmeyi tarımın merkezine yerleştirmiş durumda.
Gansu, Xinjiang ve Ningxia gibi kurak bölgelerde ‘agrivoltaik’ adı verilen sistemlerle hem güneş enerjisi üretiliyor hem tarım yapılıyor. Güneş panellerinin altına kurulan gölge alanlarda domates, patlıcan, mısır gibi ürünler yetiştiriliyor. Bu entegre sistem sayesinde hem enerji hem gıda krizi eş zamanlı çözülüyor. Çin, bu yapılar sayesinde sadece 5 yıl içinde 500.000 hektara yakın yeni tarım alanı kazandı. Teknolojiyi sadece ‘modernleşme’ aracı olarak değil, var kalma stratejisi olarak görüyorlar.
Tüm bu örnekler aynı gerçeği gösteriyor: Tarım artık sadece toprakla değil, veriyle, yazılımla, doğru politikayla yapılabiliyor. Ve bu dönüşümü başaran ülkeler, iklim krizine rağmen üretimi büyütebiliyor.
Peki ya Türkiye?
Türkiye, bu listedeki ülkelerden hiçbir eksiği olmayan bir ülke. Dört mevsimi yaşayan, üç tarafı denizle çevrili, 23 milyon hektara yakın işlenebilir tarım arazisine sahip, bitki örtüsü bakımından dünyanın en zengin bölgelerinden biri. Konya Ovası tek başına Hollanda’dan büyük. GAP gibi dev sulama projeleriyle 10 milyon dönüm arazinin verimi artırılabilir durumda. Ama tabloya bakınca toprağı olan değil, aklı olanın kazandığı bir çağda olduğumuzu çok açık biçimde görüyoruz.
Son 5 yılda Türkiye’de tarım arazisi 2,5 milyon dekar küçüldü.
Her yıl yüz binlerce hektar tarım arazisi ya boş kalıyor ya da imara açılıyor. İklim krizinin ortasında olduğumuz şu yıllarda, zeytinlikler taşınıyor, ovalar üzerine AVM yapılıyor, meralar turizme kurban ediliyor. Çiftçi sayısı sürekli azalıyor; 2018’de 2 milyonun üzerinde olan kayıtlı çiftçi sayısı 2024 itibarıyla 1,5 milyonun altına düştü. Tarımı terk eden genç nüfus, göç ettikleri şehirlerde işsizliğe yakalanıyor. Çünkü kırsalda kalmaları için ne ekonomik ne sosyal bir sebep bırakılmadı.
Mazot 5 yılda 8 kat zamlandı. Gübre fiyatı %700’ün üzerinde arttı. Girdi maliyetleri üreticiyi ezerken, devletin verdiği destekler enflasyona karşı tamamen eridi. En acı olanı ise şu: Türkiye artık buğday, ayçiçeği, mısır, hatta saman ithal eden bir ülke haline geldi. Kendi kendine yetebilen nadir ülkelerden biriyken, ithalata bağımlı hale geldik. 2023’te tarım ithalatına ödenen para 21 milyar doları geçti. Oysa aynı yıl tarım ihracatımız bunun ancak üçte biri kadardı.
Dijitalleşme?
Orada da sınıfta kaldık. Sulama sistemlerinin çoğu hâlâ vahşi sulama. Tarımda kullanılan suyun %60’ı boşa akıyor. Çiftçiler toprak analizi yapmadan üretim planlıyor. Sensörle, yapay zekâyla, uyduyla çalışan sistemler hâlâ lüks gibi görülüyor. Tarım Bakanlığı’nın dijital projeleri ya sınırlı ya da sahaya ulaşmıyor. Tarım destekleri hâlâ kağıtla takip ediliyor, veri temelli bir planlama kültürü oturmadı.
Bizde tarım, teknolojiye değil şansa bağlı. “Bu sene yağmur yağarsa ürün iyi olur”, “komşu ne ektiyse ben de onu ekerim” mantığıyla üretim yapılıyor. Oysa dünya artık yağmuru beklemiyor; bulutun hareketini bile veriyle hesaplıyor. Bizse hâlâ geçmişin alışkanlıklarıyla geleceği kurmaya çalışıyoruz.
Türkiye'nin sorunu toprakta değil, yönetimde. Üreticiyi düşünen, uzun vadeli plan yapan, dijitalleşmeyi önceleyen, eğitimi tabana yayan bir model oluşturulmadıkça bu tablo değişmeyecek. Her geçen yıl daha fazla üretici kaybedilecek, daha fazla tarım arazisi betona kurban edilecek, daha fazla gıda dışarıdan alınmak zorunda kalınacak.
Aslında baktığımızda, Tarım ve Orman Bakanlığı neredeyse her açıklamasında dijitalleşmeden, üretici desteklerinden, sürdürülebilir politikaların hayata geçirildiğinden söz ediyor. Yeni projeler, dijital platformlar, destek paketleri ve teşvik programları basına servis ediliyor. Ancak sahaya indiğinizde farklı bir tabloyla karşılaşıyorsunuz: Çiftçi mutsuz. Üretici yalnız.
Pek çok uygulama ya yeterince yaygın değil ya da ulaşılabilir değil. Dijitalleşme süreci kâğıt üzerinde var ama tarlaya dokunmuyor. Çiftçinin en büyük şikâyeti, uygulamayla söylem arasındaki bu uçurum. Bir yanda devlet “destek veriyoruz” diyor, diğer yanda çiftçi “ben bu desteği göremiyorum” diyor.
İşte asıl sorun da tam burada başlıyor: Tarım politikası, ekranlarda başka, tarlada bambaşka yaşanıyor.
İsrail çölde üretim yapıyor, Hollanda bir avuç toprakla dünyayı doyuruyor. Bizse Konya Ovası’na beton döküyoruz. Ve hâlâ ‘biz tarım ülkesiyiz’ diyoruz. Ama artık şunu sormanın zamanı geldi:
Gerçekten tarım ülkesi miyiz?
Yoksa sadece toprağı olan ama aklını toprağa vermeyen bir ülke miyiz?