Dolar currency
39,3971
0.46%

İzmir Belediyesi’nde Grev Değil, Bütçeyle Poker Başladı: 80 BİN TL Maaş Talebi Realist mi?

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
İzmir Belediyesi’nde Grev Değil,  Bütçeyle Poker Başladı:  80 BİN TL Maaş Talebi Realist mi?

Kimsenin kimsenin maaşında gözü yok.
Bu yazı, kimseyi hedef almak için değil; sadece bu maaş talebini ekonomik gerçeklik üzerinden değerlendirmek için kaleme alındı. 

Belediyede çalışan işçiler elbette en iyisini hak eder. Ancak bugün Türkiye’de neyin “iyi”, neyin “gerçekçi” olduğuna karar vermek her geçen gün daha karmaşık hâle geliyor. İzmir’de 23 bine yakın belediye işçisi grevde. Talepleri açık: En düşük maaşın 80 bin TL’ye çıkarılması. Belediyenin sunduğu teklif ise 59 ila 76 bin TL arasında. Ancak işçiler, geçim şartlarını öne sürerek bu rakamları kabul etmiyor. 

Herkesin dilinde aynı cümle var: Enflasyon yüksek, kira yüksek, geçinmek imkânsız. 

Bu tespit doğru olabilir. Ancak bu taleplerin karşılığı belediyenin bütçesinde var mı, yok mu, bunu sorgulayan neredeyse yok. İstek büyük olabilir, ama kaynak sınırlıysa nereye varacağız? Bugün Türkiye’de enflasyon sadece fiyatları değil, algıyı da bozmuş durumda. Herkes daha fazlasını istiyor çünkü herkes, cebindeki paranın ertesi gün değer kaybedeceğini biliyor. Artık “çok para” diye bir şey kalmadı. Sadece “biraz daha az yakan” rakamlar var. İşçiler 80 bin TL istiyor çünkü aldıkları her kuruşun ömrü üç ayı geçmiyor.

Ama mesele sadece işçilerin ne istediği değil. Bu talep kabul edilirse, memur da ister, doktor da, mühendis de. O zaman bu ülkenin bütçesi nereye savrulur, bunu kimse tartışmıyor. (O arada bir parantez açmak gerekirse: Memur sayısının da gözden geçirilmesi şart. Devlet dairelerinde gerçekten iş yapanla, sadece sandalye ısıtan arasında dağlar kadar fark var. Bu sistemde çalışan değil, oturan kazanıyor.)

İzmir’de ortalama bir evin kirası 15-20 bin lira. Bu şehirde yaşamak başlı başına bir ekonomik yük. Ama bu yükü sadece belediye işçileri mi taşıyor? Yeni mezun bir mühendis, yıllarca okuyup staj yaparak mezun oluyor ve 25-30 bin TL maaşla işe başlıyor. Aynı şehirde yaşıyor, aynı pazara gidiyor, aynı faturaları ödüyor. Ama grev yapacak gücü yok. Bu yüzden de sesi çıkmıyor.

Herkesin yükü ağır ama kimse kimsenin yükünü görmüyor. Sadece bağıran duyuluyor.

Bu arada şunu net söylemek lazım: Ben “mühendisim, bana 100 bin verilsin” diyenlerden değilim. Her mezunun yüksek maaş alması gerektiğini de savunmuyorum. Bu beklenti zaten başlı başına gerçek dışı.

Ama aynı şekilde, işçilerin yaptığı işin de kolay olmadığını; sabahın köründe kalkıp fiziksel olarak yıpratıcı işler yaptıklarını da inkâr etmiyorum. Kimsenin emeği küçümsenmemeli. Ancak taleplerin de bütçe ve ekonomi gerçekliğinden tamamen kopmaması gerekiyor. Özellikle kamunun yüksek borç yükü ve sınırlı kaynakları göz önünde bulundurulmalı. İşte tam burada yurt dışı örnekleri önümüze daha adil ve dengeli modeller sunuyor.

Almanya’da belediyede çalışan bir temizlik görevlisi aylık net 2.500-2.800 Euro kazanıyor. Bu maaşla kira ödüyor, alışveriş yapıyor, tatile gidiyor. Çünkü orada alım gücü yüksek. İnsan maaşının büyüklüğüne değil, hayatın makullüğüne bakıyor. Hollanda’da da benzer bir tablo var. Belediye çalışanı maaşının yüzde 25-30’unu kiraya veriyor. Bizde bu oran yüzde 60’ı aşıyor. Orada gıda, ulaşım, enerji gibi temel ihtiyaçlar sübvanse ediliyor. Bizde ise zam, bir sonraki zammın habercisi oluyor. Yani bir yanda gelir artarken, diğer yanda giderin freni patlamış.

Bu nedenle mesele sadece rakam değil. Asıl mesele, bu maaşla nasıl yaşanabildiği. Bugün 30 binle geçinemiyoruz; yarın 80 bin alan da “yetmiyor” diyecek. Çünkü çark bozuk.

Ve daha acı olan bir gerçek var: Bu ülke artık diplomalı işsiz üretiyor. Üniversite mezunu sayısı arttıkça maaşlar düşüyor, beklentiler ise büyüyor. Herkes masa başı iş istiyor ama o işler sabit. Üretim artmıyor, beklenti şişiyor.

Sonuç? 

İş bulamayan mezun, vasıfsız gibi çalışıyor ama diploma taşıdığı için hâlâ yüksek maaş bekliyor. Bu denklem sürdürülebilir değil. Türkiye’de artık üniversiteye giriş değil, çıkış kontrol edilmeli. Herkesi mezun ettik, ama kimseyi işe yerleştiremedik. 

Sistem şişti. 

Gençler sustu. Sokak sessiz ama herkes öfkeli.

Ve artık şunu da net konuşmak gerekiyor: Beyaz yakalılar da bu düzende dokunulmaz değil. Artık bir e-mail attı diye kendini sistemin vazgeçilmezi sanan, bir sunuma katıldı diye dünyaları yönettiğini zanneden o “powerpoint profesyonelliği” devri de yavaş yavaş kapanıyor. Kimse kusura bakmasın, sadece ofise gidip Slack’te üç cümle yazmakla emekçi olunmuyor. Beyaz yaka da aynaya bakmalı artık. Gerçek üretim nerede, katkı nerede, fark yaratmak nerede?

Şimdi asıl meseleye gelelim.

Diyelim ki işçiye 80 bin verdin. Bir ay sonra ev sahibi duydu, kirayı artırdı. Markette domates etiket değiştirdi. Elektrik, doğalgaz, ulaşım zaten hazır bekliyordu.

Ne oldu şimdi? Maaş yükseldi ama hayat yine yetmedi.

Çünkü enflasyon çözülmedikçe, kim ne kadar alırsa alsın, cebine huzur değil, geçici bir rahatlama girer. Bugün 80 bin, yarın 120 bin istenir. Çark döner ama kimse ileri gitmez.

Bu ülkenin sorunu maaşlar değil. Bu ülkenin gerçek sorunu: fiyatların kontrolsüzlüğü. Alım gücü yerle bir olmuşken, zamlarla nefes aldırmaya çalışmak boşa kürek çekmektir. Bugün haklı görünen her talep, yarın daha büyük bir krize dönüşebilir. Para dağıtarak değil, sistemi düzelterek adalet sağlanır.

Ve herkes artık şunu anlamalı: Enflasyon sadece fiyatları değil, sınıflar arası saygıyı da bitiriyor.

Bu ülkede birileri hayatta kalmak için çalışıyor, birileri sustuğu için eziliyor, birileri bağırdığı için duyuluyor. Sorun kimin ne kadar aldığı değil. Sorun şu: Bu sistem artık kimseye nefes aldırmıyor.

Yorumlar
Aşağıdaki görselde işlemin sonucu kaçtır?
Captcha Image
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *